ERDOĞMUŞ KÖYÜ

 

       

TAŞ EL DEĞİRMENİ

Eskiden köylerde sıkça kullanılan taş el değirmeni, ortası delik, kalınlığı az, iki silindirik taştan oluşur. Delikler ahşap bir mile geçer ve üstteki taş üzerine takılan kol, elle çevrilerek döndürülür. Tahıl tanelerini (buğday, arpa, mısır, çavdar) iki taş arasında ezerek un elde etmeye yarayan el değirmenleri yuvarlak, üst üste iki sert taştan oluşur.

El değirmenleri geçmiş yıllarda köyümüzde kullanılmış ancak günümüzde kullanılmamaktadır. Bu değirmenleri ben hayal mayal hatırlıyorum ama özellikle orta yaşlarda olan büyüklerimizin hafızalarında güzel bir anı olarak yerini korumaktadır.

Değirmenin ilkel örnekleri, insan soyunun toprağa bağlandığı ve ilk tarım etkinliklerinin başladığı “Neolitik Dönem”e (Cilâlıtaş Devri’ne, M.Ö. 9000-5600) kadar uzanır. Çeşitli yerlerde yapılan arkeolojik kazılarda bu tip öğütücülere rastlanmıştır. Günümüzde bile Anadolu’nun kimi yerlerinde “bulgur”  yapımında el değirmenleri kullanılmaktadır. Türklerde değirmen olgusu Büyük Hun Devleti’ne (M.Ö. 220-M.S. 216) kadar uzanır. Göktürkler’e ait değirmen taşları, Kırgızlar’ın ayak değirmenleri, Hazarlar’ın kimi öğütücü araçları Türk değirmen kültürünün kalıntılarıdır.

Devamını Oku

     

SABAN

Saban, toprağı ekilebilir duruma getirmek için çift sürerken kullanılan eskiden öküz ya da at gibi hayvanların çektiği günümüzde ise traktörün arkasına takılan tarım aletidir. Öküzlerin çektiği saban ağaç ve demir olmak üzere iki parçadan oluşur. Ağaç kısma ok denir. Ok denilen ağaca monte edilmiş toprağa batan kısmı sivri olan ve sabanı kullanan kişinin tutması için sap denilen bölümden oluşan bir de demir aksamı vardır. Öküzler boyunduruğa koşulur sabanın oku da bu boyunduruğa bağlanır öküzlerin çekmesiyle çift sürme işi yapılırdı.

Büyüklerimiz ne çilelerle hayatlarını kazanmışlar. Ben çocukken köyümüzde çift sürme işi sabanla yapılırdı. Çok zahmetli bir işti sabanla çift sürmek. Tarla büyükse eğer günlerce gidip gelinirdi. Hatta bazen o kadar uzun sürerdi ki tarlanın tamamı sürülünceye kadar ilk sürülen yerlerdeki ekinler bitmeye başlardı. Bende babamla çift sürmeye giderdim ve orada bana da zaman zaman iş düşerdi. İlk çifte başlandığında öküzlerin yolunu bulabilmesi ve çizgiyi takip edebilmesi için ben öküzlerin önünden yürürdüm, bu duruma öküz önü düşmek denirdi. Bir elimle öküzlerin boynuzuna bağlanan bir ipi tutar diğer elimde çomak ile öküzlere yön veridim. Ayağımda kara lastik ayakkabılarla tezeklerin içinde zor zahmet yürürdüm. Babam da sabanı kullanırdı. Elinde üvendire zaman zaman öküzlere doha hooo gibi seslerle komut verirdi. Üvendirenin bir ucunda nodul denilen sivri bir demir olur diğer ucunda da yassı ve ince bir demir sac vardı. Dönüş noktasına geldiğimizde sabanın toprağa batan kısmına yapışan çamurlu toprak üvendirenin ucundaki yassı demir sac ile temizlenirdi. 

Saban ile çift sürmek zor ve zahmetli olduğu kadar dikkat gerektiren bir iştir. Dikkat edilmediği takdirde sabanın ucundaki sivri kısım öküzün ayağına batar ve yaralanmasına sebep olur. Sabanın ne kadar derine batacağını da ayarlamak da tecrübe gerektirir. Çok derine batırırsanız öküzler çekemez. Tabi toprağın içindeki taşlara ve ağaç köklerine de dikkat etmek gerekiyor yoksa sabanın kırılmasına sebep olursunuz.

Sabanın çok eski bir tarihi vardır. İnsanlar ancak, sabanın gelişmesinden sonra gerektiği gibi tarım yapmaya başlamışlardır. Tarih bilginleri insan topluluklarını sabanı icat ettikleri andan beri göçebeliğe son vermiş olarak kabul ederler. Çünkü avcılık, hayvancılık göçebe bir hayat sürülmesini gerektirir, tarla ekip biçen insanlar ise belli bir yere yerleşmek, orada uygarlık kurmak imkânını bulurlar.

İlk insanlar sürülen toprağın daha çok ürün verdiğini anladıktan sonra ellerine geçirdikleri ucu kıvrık büyük, kalın bir dal parçasıyla toprağı iyice karıştırırlar, tohumlan bunun üzerine ekerlerdi. Yalnız, bu hem çok uzun sürüyor, hem de çok yorucu oluyordu. Eski Mısırlılar sabanlarını kölelere çektirirlerdi. Eski Yunanlılar bu iş için öküzlerden faydalandılar. Böylece, daha kısa zamanda, daha geniş bir alan sürülebiliyordu. Sabana demirden bir bıçak takmayı ilk düşünenler Romalılar oldu. Eldeki kaynaklar Orta Avrupa’da ilk sabanın VI. yüzyılda kullanıldığını göstermektedir.

Zamanla sabanlar gelişti. Daha derin kazan, toprağı tersine çeviren büyük sabanlar yapıldı. Son yüzyılda da sabanlar traktörlerle çekilmeye başlandı.

Devamını Oku

       Yakın tarihimize kadar köyümüzde elektrik yoktu. Elektrik olmadığı dönemlerde yukarıdaki resimlerde kullanılan kandiller kullanılırdı. Bu gün ise 1970 li ve 1980 li yılların çocuklarının hatırladığı ama o dönemin en nadide aletiydi. Kandiller. Biraz daha yakından tanımak için alttaki açıklamaları okuyabilirsiniz.

İDARE LAMBASI

       İdare lambası, sac veya tenekeden yapılmış bir aydınlatma aracıdır. Ters huniye benzer. Alt kısmındaki hazne kısmına bitkisel, hayvansal yağlar yada gaz yağı konulurdu. Üstten boruya benzer kısmından içinde yağ bulunan haznenin içine bir fitil salınırdı. Fitil gaz yağını bünyesine çekerdi. Bu fitil kav veya kibritle yakılarak geceleri aydınlanma sağlanırdı.  Çok yandığında gaz yağı kokusundan ve dumandan insanın başı ağrırdı. Ateşinden çıkan isi, hattatlar tarafından yazı yazmakta kullanılırdı. Her evde idare lambasının konulduğu küçük pencereye benzeyen girintili bölmeler bulunurdu.

 

KANDİL (Gaz Lambası)

       Kandil (Gaz lambaları) beş parçadan oluşur. En altta küçük bir gaz tankı, hemen üzerine eklenmiş bir gaz ayar çarkı, çarkı da içine alan gaz deposu, çarkın içinden geçerek şişenin içine giren bir fitil ve en üstte, alevi koruyacak ince ve kırılgan gaz lambası şişesi bulunur. Gaz deposuna gazyağı konulur ve bir ucu  gaz deposuna salınan fitilin diğer ucu çarkın içinden geçerek dışarı çıkartılır. Gaz lambası yakılacağı zaman lamba camı çıkartılıp, ateşle yakıldıktan sonra lamba camı yeniden takılırdı. Cam lamba islenince kozasından çıkartılıp, kuru, yumuşak bir bezle silinirdi. Cam şişenin üst kısmı ateş sönmesin diye havalandırma için açıktır.  Deponun üzerinde bulunan çark ise aydınlatmayı çoğaltıp azaltmaya yarar.

  1. yüzyılın başlarında yassılaştırılmış bir fitili gaz tankının içinden geçirerek, en üste ise koruyucu bir şişe ekleyerek gaz lambalarına ilk formunu İsviçre vatandaşı Argand vermiştir. Tabii, 1775'te Léger ve Alstroemer tarafından ayrı ayrı bulunan yassı fitilin de, bu buluşun ortaya çıkmasına katkısı büyüktür. Türkiye'de ise, 1800'lü yılların sonlarından 1980 li yıllara kadar ev, dükkân ve kahvehanelerde gaz lambaları ile aydınlatma yapıldığını biliyoruz.

 

GEMİCİ FENERİ

         Rüzgârdan sönmeyecek şekilde yapılmıştır. Yalnız deniz taşıtlarında değil, karada da kullanılır. Deniz taşıtlarının burun, kıç ve iki yanında kullanılan fenerlerin manası olduğundan bunlardan bir kısmı renklidir. Deniz taşıtlarının sağ (sancak) tarafındaki fener yeşil, sol (iskele) tarafındaki kırmızı, burundaki ve kıçındaki ise beyazdır. Deniz iskelelerine de solda yeşil, sağda kırmızı fener asılır. Bu ışıklar deniz seferlerini düzene sokmak içindir.

         Ayrıca karada da kullanılan bu fener genellikle gece karanlıkta sokağa çıkmak gerektiğinde kullanılırdı. Eskiden kadınlar akşamları sokağa çıkarken önlerinde ışık tutan bir erkek giderdi. Bazı yerlerde meşale kullanılırdı. Fakat, genel olarak rüzgârda sönmeyecek şekilde yapılan gemici feneri kullanılırdı.

        Elektriğin yaygın şekilde kullanımı gaz lambalarının sonunu getirmiştir. Çocukluğumun çok az kısmında kullanıldığını hatırlayabildiğim bu alet artık aksesuar olarak kullanılmaktadır.

Devamını Oku

KAĞNI (Öküz Arabası)

Kağnı arabaları daha düne kadar çiftçilik yapan her ailenin  taşıma işlerinde kullandığı bir araç idi. Sabahtan kalkan çiftçi, kağnısını koşar; tarlaya, çayıra, oduna, ekine, gübreye, taşa, toprağa vs. her yere onunla giderdi. Giderken götürmesi gerekenleri götürür gelirken de  yükünü yükler, köye dönerdi. Kağnısını yükleyen çiftçi, ses çıkarması için eksene yağ sürerdi. Yol boyunca kağnısından çıkan sesle neşelenir, başındaki şapkasını yan yatırır, sigarasını da yakar, duman atarak köye doğru ilerlerdi. Bu hareket onun için gurur vericiydi. Kağnının yüklü iken rampalarda çıkardığı ses insanın kulağında çınlardı. O ses yerine göre adı koyulmamış bir beste, hicaz bir şarkı, tekerlere dolanmış bir uzun havadır. Kağnının sesinden, kimin kağnısı olduğu belli olurdu. Her çiftçinin kağnısından aynı ses çıkmazdı. Her çiftçinin kağnısına koştuğu öküz de kağnıyı bu denli götüremezdi. Kağnıyı kullanan kişi, öküzlerin daha hızlı gitmesini istediğinde ucunda sivri bir demir bulunan yaklaşık 1,5 - 2 metre uzunluğunda üvendire denilen sopayla öküzleri hafif bir şekilde dürter ve hou doha diye seslenirdi. O dönemde, yavaş gittikleri için öküzleri insafsızca dürtüp derilerini kanatan çok insan olmuştur. Öküzlerin insanlar üzerinde çok hakları vardır.

Kağnılar; teker ve eksen, kağnı evi ve boyunduruk olarak 3 parçadan meydana gelir. Tekerin çerçevesine 1 cm. kalınlığında 2-3 cm. genişliğinde demir çember kızdırılarak geçirilir. Böylece tahta tekerleğin kısa zamanda parçalanıp elden çıkması önlenmiş olur. Tekerlekleri birleştiren eksen üzerine kağnı tabir edilen kısım oturtulurdu. Boyunduruk ise hayvana kayışla bağlanan kısımdır. Birde kağnıyı idare eden kimsenin öküzleri yönlendirmek için kullandığı yaklaşık 1,5 - 2 metre boyundaki ucu nodullu (sivri demir) olan üvendire  adı verilen değnek vardır.

Kağnıya teknik açıdan bakacak olursak;

Kağnının şasisi diyebileceğimiz kısmı 3,5 ile 4 metre arasında iki odun parçasından oluşur. Kağnının arka kısmında yaklaşık 1,5 metre açıklık yapan bu iki ağaç, belli bir açı yaparak kağnının ön kısmında birleşir. Kağnının ön kısmına “ok” adı verilir. Ok adı verilen ön kısımda birleşen bu iki oduna “kol” denir. Kolların birleştiği kağnının ön kısmında iki veya üç adet olabilen “çeker ağacı” denilen ağaç saplamalar vardır. Çeker ağacı, arabayı boyunduruğa bağlayan kayışın sıyrılıp, kolların ön kısmından kayıp çıkmasını engellemek için konulmuştur.

Kağnının tekerleklerinin çapı 70-80 cm civarlarında olabilir. Tekerlek çapı daha düz arazilerde daha fazla yük taşınmasına olanak sağladığı için biraz daha büyük olabilir.

Kağnının ekseni (dingili) kolların arkasından ölçtüğümüzde (yani kağnının arkasından başlayarak ölçtüğümüzde) yaklaşık 70-80 cm ilerisindedir. Kolların üstünde kağnının tam orta yerinde 3 cm kalınlığında ve sağlam bir ağaçtan yapılan tahtalar kullanılır. Bu tahtalara “Kaburga” denir. Kaburga tahtalarının eni yaklaşık 25-30 cm civarındadır. Kaburga tahtaları kağnının iki yanına doğru sağa ve sola 30-35 cm kadar çıkıntı yapan iki sıra oluştururlar. Bu çıkıntıların birisi tekerleğin gerisinde kalır, diğeri ise ilerisinde kalır.  Bu tahtalar malum olacağı üzere, bir yükün arabada durmasını ve kolların sabitlenmesini sağlarlar. Bu tahtalar kollara demir çiviyle tutturulur. Ancak bu demir çiviler kağnının zor şartlarda esnemesi nedeniyle kesilirler. Bu durumda kaburga tahtalarının kollara tutunmasını yanlık” denilen ve 8-10 santim yüksekliğinde ve 5-6 cm eninde yine gürgenden yapılmış ağaç parçaları sağlar. Bu parçalar ön 1,5 metre boyunda ve arabanın arka kısmından başlayarak ön kaburga tahtası hizasına kadar uzanır. Yanlıkların ön ve arka kısmında yer alan deliklerle kalın demir veya sert ağaçtan yapılmış pimlerle kola tutturulur.

Kağnının “mazu” denilen eksen (dingil) kısmını yerinde tutan ve mazunun kola temas eden kısmının bir ön bir de arkasında kola takılı olarak yeralan sert ağaçtan yapılmış iki adet “diş” vardır. Bu dişler eksenin (dingilin) öne ve arkaya kaçmasını önler. Eksenin (dingilin) aynı zamanda sağa ve sola kaymasını önleyen kertikli bir kısmı vardır bu kısma “mazu başı” denilir. Ayrıca mazunun temas ettiği ve iki kolun iki diş arasında kalan kısmına da “mazu yuvası” adı verilir. Eksenin (dingilin) iki ucunda bulunan tekerleklere “ortalık” denilir. Ortalıklar yumuşak, geniş yıllıklı ve güneş gören güney yamaçlarda yetişmiş çam ağaçlarından yapılır -sanırım bu çam türüne akçam  deniliyor. Ortalık yapmak üzere tasarlanarak yontulmuş çam kütüklerine “ortalıklık” denir. Bu ortalıklıklar 20 -25 cm kalınlığında ve 1-1,2 metre uzunluğunda tasarlanır. Yaklaşık ik veya üç ortalıklıktan bir adet ortalık (tekerlek) elde edilir. Akçamdan yapılmış ortalıklar fırınlanarak iyice kurutulduktan sonra son şekli verilip pimlerle birleştirilirler. Pimlerle birleşen parçalar yuvarlak bir biçimde kesildikten sonra körükte kızdırılmış yuvarlak bir çember geçirilmek suretiyle sıkıştırılır. Isındığında esnemiş olan çember soğudukça büzüşerek ortalığı iyice sıkıştırır. Böylece ortalığı saran demir çember, tekerleğin yere gelen kısmının aşınmasını önlerken aynı zamanda da tekerleğin dağılmasını önler. Ortalığın ortası “iyidemir” denilen keskiyle kenarları 12-15 sm uzunluğunda bir kare biçiminde delinir. Bu deliğe kare şeklinde yontulmuş mazu başı geçirilir ve sıkıca oturtulur. Ortalığın mazudan çıkmaması için mazu ucu kare şeklinde delinir bu deliğe tahta bir çivi çakılır. 

Taşınacak yükün özelliklerine göre kağnıya çeşitli biçimler verilir. Örneğin kum, çakıl, toprak, ters (çiftlik gübresi) gibi yükler taşınacaksa, “ev” adı verilen, yaklaşık 1 metre yüksekliğinde tahtalarla bir tür kasa oluşturulur. Arabaya bu kasanın takılması işlemine “evlemek” denilir. Birde mazunun bir nedenle yerinden çıkmasına de “evleme” denilir. Ancak bu farklı bir kavramdır. Arabanın evinin arka kısmında yük boşaltmada kolaylık sağlaması için yerinden çıkarılabilen ve “arkatahta” adı verilen bir parça vardır. Arabanın ön kaburgasından ok kısmına kadar olan bölümünde normalde iki kol arası boştur. Buraya kum, çakıl vb yükler konulacağı zaman küçük tahtalar konularak muhafaza oluşturulur. Bu tahtaların bir taraflarında tutup elle çekmek için yapılmış el tutma yerleri vardır. Bu tahtalarada “öntahta” adı verilir.

Harman zamanında ekin gibi kaba yükler taşımak için bizim yörede “Delce” denilen 15 e 20 cm kalınlığında yaklaşık 2 metre eninde 3 metre boyunda kerestelerden dikdörtgen şeklinde ve kerestelerin üzerine açılan deliklere 1,5 metre uzunluğunda sopalar takılarak oluşturulmuş kafese benzeyen bir aparat kağnının üzerine konulur. Toz saman taşınması gerekirse aynı aparatın kafesi andıran çubuklarının etrafı hasır ile kaplanır ve bir havuz oluşturulur ve içine saman doldurulur.

Kağnı arabasının mazu kısmı aşırı yükleme sonucu yanma yapabilir. Kağnının yanmaması için yağlanması gerekir. Yağlama için bildiğimiz hayvansal yağlar, içyağ genellikle de tereyağ kullanılır. Fakat buna rağmen mazu aşırı yüklemede yanabilir. Bu durumda en iyi çözüm yanan mazuya sabun sürmektir. Sabun ayrıca mazunun gacırdamasını da önler.

Arabayı öküze koşmak için gerekli koşu malzemesine de biraz değinmek gerek. Arabayı çeken iki adet öküz vardır. Bu nedenle yükün iki öküze dengeli bir biçimde dağıtılması ve ileri basan öküze daha fazla yük vermek amacıyla, boyundurukla kolları bağlamada kullanılan kayış çapraz koşulur. Böylece çekim sırasında harcanan dengesiz güç öküzler arasında eşit dağıtılmaya çalışılır. Kayışın koşulmasından sonra yerinden çıkmaması için 20-25 cm uzunliğinda ve 2-3 cm kalınlığında genellikle gürgenden yapılan ve “maluh” adı verilen bir parça kullanılır. 

Öküzleri boyunduruğa bağlamak için zelve denilen ve uzunluğu öküzün boynunun kalınlığına göre değişen 40-50 cm boyunda, 3-4 cm kalınlığında ağaçlar kullanılır. Boyunduruğun alt kısmındaki ağaca sakak denir. Boyunduruk ve sakakta açılan dört delik olur bu deliklerden iç kısımda kalan ikisine zelveler sabitlenirken boyunduruğun uç tarafına yakın olan deliklerde ise sökülüp takılabilen zelveler kullanılır.

Devamını Oku
Page 1 of 3
Top