ERDOĞMUŞ KÖYÜ

 

Hz. Aişe (Ra)

Risâletin 4. yılında (M.614) Mekke’de doğdu. Babası Kureyş’in Teymoğulları kabilesine mensup Hz. Ebû Bekir (ra), annesi Kinâne kabilesinden Ümmü Rûmân bint Âmir b. Uveymir’dir (rah). Babasının mensup olduğu Teym kabilesinin soyu Mürre b. Kâ‘b’da Hz. Peygamber’in (sav) nesebiyle birleşir. Babası Ebû Bekir ilk evliliğini Kuteyle bint Abdüluzzâ adlı bir hanımla yapmış, bu evlilikten Abdullah ile kızı Esmâ doğmuştu. Kuteyle İslâmiyet’i kabul etmeyince onu boşayıp Ümmü Rûmân ile evlendi. Ümmü Rûmân’dan Abdurrahman ile Âişe dünyaya geldi. Ümmü Rûmân vefat edince Esmâ bint Umeys ile evlendi ve bu hanımından Muhammed adını verdiği bir oğlu oldu. Vefatından birkaç ay sonra da diğer hanımı Habîbe bint Hârice’den Ümmü Külsûm adlı kızı dünyaya geldi. Hz. Aişe (rah) gizli tebliğ dönemi esnasında Hz. Ebû Bekir’in (ra) daveti ile müslüman olanlar arasında yer alır.[1]
Hz. Âişe’nin (rah) çocukluğu hakkında fazla bir bilgi yoktur. Hz. Peygamber (sav) ile nikâhı hicretten önce Mekke’de kıyılmıştır. Babası Rasûl-i Ekrem (sav) ile daha önce hicret ettiği için aynı yıl (M.622) annesi, ağabeyi Abdullah, kız kardeşi Esmâ (rah), Hz. Peygamber’in (sav) hanımı Sevde (rah), kızları Fâtıma (rah) ve Ümmü Gülsüm (rah) ile birlikte Medine’ye hicret etti. Hicretin 2. yılı Şevval ayında (Nisan 624) Hz. Peygamber’le (sav) evlendi.[2]
Hz. Âişe (rah) Rasûl-i Ekrem (sav) ile evlendikten sonra Müslümanlar arasında mümtaz bir konuma ulaştı. Peygamber hanımlarının müminlerin anneleri (ümmehâtü’l-mü’minîn) olduklarını bildiren ve Hz. Peygamber’den sonra, başkalarının onlarla evlenmesini ebediyen yasaklayan Kur’an âyetleri gereğince kendisi “ümmü’l-mü’minîn” diye anılmaya başladı.[3]
Hz. Âişe (rah), Rasûl-i Ekrem’in (sav) eşi olduktan sonra Müslümanlar nazarından üstün bir mevkie kavuştu. Öyle ki bundan sonraki süreçte daima onun yanında bulundu. Uhud Gazvesi’nde sırtında su taşıma haber toplama ve yaralılara bakma gibi geri hizmetlerde görev yaptı.[4] Hudeybiye Musâlahası’na da katıldı. Mekke fethi için hazırlıklara başladığında seferin ne tarafa olacağını herkesten gizleyen Hz. Peygamber (sav), bunu sadece Âişe’ye (rah) bildirmiş, Hz. Ebû Bekir (ra) bu hazırlığın Mekke için olduğunu kızından öğrenmiştir.[5]
Hz. Âişe’nin (rah) iştirak ettiği en mühim seferlerden biri, Hicretin 5. yılı Şaban ayında (Ocak 627) gerçekleşen Benî Mustalik Gazvesi’dir. Hz. Peygamber (sav) sefere çıkarken Hz. Âişe’yi (rah) de yanına almış, savaş sonrası Medine’ye dönülürken ordunun konakladığı bir yerde Hz. Âişe (rah) devesinden inip bir ihtiyacını gidermek için ordugâhtan biraz uzaklaşmış, dönüşünde boynundaki gerdanlığın düştüğünü fark etmişti. Kayıp eşyasını aramaya çıktığı sırada, onun mahfede olduğu düşünülerek orduya hareket emri verilmişti. Hz. Âişe (rah) geri dönünce konak yerinde kimseyi bulamadı. Bunun üzerine kendisini almaya gelecekleri ümidiyle beklemeye başladı. Ordunun artçısı Safvân b. Muattal (ra), Hz. Âişe’yi (rah) devesine bindirip kafileye yetiştirdi. Bu sefere katılmış olan münafıkların reisi Abdullah b. Übey b. Selûl, Hz. Âişe (rah) aleyhine iftira ve dedikoduya başladı. Bazı Müslümanlar da onun bu çirkin iftirasına alet oldular. Başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere Âişe’nin (rah) ebeveyni dedikodular sebebiyle çok üzüldüler. Bir ay kadar hastalanan Hz. Âişe (rah), kendisine yapılan bu iftirayı çok sonra tesadüfen öğrendi. Hz. Peygamber’den (ra) izin alıp ailesinin evine gidip üzüntüsünden günlerce ağlayıp ıstırap çekti. Nihayet Nûr süresinin 11-21. âyetlerinde Allah Teâlâ yapılan dedikoduların tamamen asılsız olduğunu ve Âişe’ye (rah) iftira edildiğini bildirdi.[6]
“Peygamber’in eşi hakkında) o yalanı uyduranlar içinizden bir güruhtur. Bunu kendiniz için kötü sanmayın, o sizin için hayırlı olmuştur. O kimselerden her birine kazandığı günah karşılığı ceza vardır; içlerinden elebaşılık yapana ise büyük azap vardır. Onu işittiğiniz zaman, erkek kadın müminlerin, kendiliklerinden hüsnü zanda bulunup da: “Bu apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi? Dört şahit getirmeleri gerekmez miydi? İşte bunlar, şahit getirmedikçe Allah katında yalancı olanlardır. Allah’ın dünya ve âhirette size lütuf ve merhameti olmasaydı, o kötü sözü yaymanızdan ötürü büyük bir azaba uğrardınız. Onu dilinize dolamıştınız. Bilmediğiniz şeyleri ağzınıza alıyordunuz. Onu önemsiz bir şey sanıyordunuz, oysa Allah katında önemi büyüktür. O’nu işittiğinizde: “Bu konuda konuşmamız yakışık almaz; haşa bu büyük bir iftiradır” demeniz gerekmez miydi? Eğer mümin kişilerdenseniz, Allah buna benzer bir şeye bir daha dönmemenizi tavsiye eder. Allah size ayetleri açıkça bildirir. Allah bilendir, Hakim’dir. Müminler arasından hayâsızlığın yayılmasını arzu edenlere, işte onlara, dünya ve ahirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir, siz ise bilmezsiniz. Allah’ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, Allah şefkatli ve merhametli olmasaydı hemen cezanızı verirdi. Ey İnananlar! Şeytana ayak uydurmayın. Kim şeytanın ardına takılırsa, bilsin ki, o, hayâsızlığı ve fenalığı emreder. Allah’ın size lütuf ve merhameti bulunmasaydı, hiçbiriniz ebediyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah işitir ve bilir”. [7]
Hz. Peygamber (sav) Hicretin 11. yılı Safer ayının (Mayıs 632) son haftasında rahatsızlanınca diğer hanımlarının iznini alarak Hz. Âişe’nin (rah) odasına geçti ve mübarek başı onun kucağında olduğu halde son nefesini verdi.[8] Allah Rasûlü’nün (sav) naşı onun odasına defnedildi.[9]
On sekiz yaşında dul kalan Hz. Âişe (rah) Peygamber hanımlarının başkalarıyla evlenmelerini yasaklayan Kur’an hükmüne uyarak bir daha evlenmedi. Hz. Âişe (rah), Hz. Peygamber’den (sav) sonra kırk yedi yıl daha yaşadı, altmış beş (veya atmış altı) yaşında iken 17 Ramazan 58 (14 Temmuz 678) Çarşamba gecesi Medine’de vefat etti. Onun cenaze namazı Ebû Hüreyre (ra) tarafından kıldırılmış, vasiyeti üzerine naşı Bakî mezarlığına defnedilmiştir. Onu kabre erkek ve kız kardeşlerinin çocukları (Kasım b. Muhammed, Abdullah b. Abdurrahman, Abdullah b. Muhammed b. Abdurrahman, Urve b. Zübeyr ve Abdullah b. Zübeyr) koymuşlardır. [10]
Hz. Âişe (rah) yetişmesini ve şahsiyetinin olgunlaşmasını Peygamber (sav) evinde tamamladı. Allah Rasûlü (sav) onu çok severdi. Hz. Ali (ra) bir hadis rivayetinde ondan “Rasûlüllah’ın sevgilisi” diye söz etmiş, Tâbiînden Mesrûk ise Hz. Âişe’den (rah) rivayet ettiği hadislerin senedinde, “Allah’ın sevgilisinin sevgilisi, semadan inen âyetle temize çıkan” ifadesini kullanmıştır.
Hz. Âişe (rah) ile Hz. Peygamber (sav) arasındaki aile bağı sevgi, anlayış ve hürmet esası üzerine kurulmuştur. Kendisine büyük yakınlık ve sevgi gösteren Hz. Peygamber (sav) ile koşu yaptığı, onun omzuna dayanarak Mescid-i Nebî’de mızraklarıyla savaş oyunları oynayan Habeşlileri seyrettiği ve Hz. Peygamber’e (sav) nazlanmaktan çok hoşlandığı bilinmektedir. Hz. Peygamber (sav) de onunla bir arada bulunmaktan, bilhassa gece seyahatlerinde kendisiyle sohbet etmekten, davetlere onunla birlikte katılmaktan, sorularına cevap vermekten pek memnun olurdu. Esasen Hz. Âişe (rah) zekâsı, anlayışı, kuvvetli hafızası, güzel konuşması, Kur’ân-ı Kerîm’i ve Hz. Peygamber’i (sav) en iyi şekilde anlaması gibi mümtaz vasıfları sayesinde Rasûlül­lah’ın (sav) yanında müstesna bir mevki kazanmıştı. Hz. Peygamber (sav) onun kabiliyetlerinin gelişmesine yardımı sayesinde baba evindeki eğitimi, vahyin aydınlattığı Peygamber (sav) evinde daha da gelişti, olgunlaştı ve derinleşti. Bilemediklerini, anlayamadıklarını, eksik ve yanlışlarını, hatta Kur’ân ile Hz. Peygamber’in (sav) hadisleri arasındaki kendi anlayışına göre farklılık arz eden hususları Rasûl-i Ekrem’e (sav) sormak ve onunla müzakere etmek gibi üstün hasletleri vardı.
Hz. Peygamber (sav), hanımları arasında Hz. Hatice’den (rah) sonra en çok onu sevmiş, dünyada en çok kimi sevdiği sorusuna onun adını vermek suretiyle bu sevgisini açıkça dile getirmiştir.[11] Hanımları içinde yalnızca Âişe (rah) ile birlikte bulunduğunda kendisine vahiy geldiğini açıklaması, onun diğer hanımlarından daha itibarlı olduğunu, Hz. Peygamber’in (sav) ona beslediği sevginin ilâhî kaynağa dayandığını göstermektedir.[12] Sahâbîler Hz. Peygamber’e (sav) sunacakları hediyeleri onun odasında bulunduğu günlerde takdim ederlerdi. Hanımları arasında Rasûlülah’ı (sav) en fazla kıskanan ve sevgisini kazanmak için en çok gayret sarf eden de Hz. Âişe (rah) idi.
Hz. Âişe (rah), Hz. Peygamber’e (sav) karşı beslediği derin sevgi yanında, ona itaat ve emirlerine dikkat etmekle de temayüz etmişti. Geceleri namaz kılar, günlerinin çoğunu oruçla geçirirdi. Kimsenin aleyhinde konuşmayı sevmezdi. Kanaatkâr, mütevazı, aynı zamanda vakur ve cömert idi. Öksüz ve fakir çocukları himayesine alır, onların terbiye ve yetiştirilmesine itina gösterir, sonra da evlendirirdi. Onun birçok köle ve cariyesini azat ettiği de bilinmektedir.
Hz. Âişe (rah), Hz. Ebû Bekir (ra) ile Hz. Ömer’in (ra) halîfeliği sırasında her hangi bir siyasî faaliyete iştirak etmedi. Onun her iki halîfe ile münasebeti karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde geçti. Halîfe Hz. Ömer (ra), kadınlarla ilgili fikhî meselelerde daima Hz. Âişe’nin (rah) görüşünü alırdı. Bir suikast sonucu ağır yaralanınca, Hz. Peygamber’in (sav) ayakucuna defnedilmesi için, kızı Hafsa (rah) vasıtasıyla kendisinden izin istedi. Hz. Âişe (rah) kendisi için düşündüğü bu yere “Ömer’i kendime tercih ederim” diyerek onun defnedilmesine izin vermek suretiyle büyük bir feragat ve fedakârlık örneği göstermiştir.
Hz. Âişe (rah) Hz. Osman’ın (ra) on iki yıllık hilâfetinin birinci yarısında ilk iki halîfe dönemindeki siyasetten uzak durma tavrını sürdürdü. Ancak Hz. Osman’ın (ra) bazı karar ve tasarruflarının aleyhinde faaliyetlerin başladığı ikinci devrede halîfeye karşı muhalefet hareketine katıldı. Çeşitli bölgelerden şikâyet için Medine’ye gelenler, ondan halîfeyi bazı tayinlerden vazgeçirmesini istediler. Bunun üzerine halîfenin sütkardeşi Mısır Valisi İbn Ebû Serh ile Kûfe Valisi Velîd b. Ukbe’nin azledilmelerini talep etti. Artık siyasî olaylara müdâhil olmaya başlayan Hz. Âişe (rah), Hz. Osman’ın (ra) evinde muhasara edildiği sırada haccetmek üzere Medine’den ayrılıp Mekke’ye gitti. Şehirde bulunanlar böyle kritik bir dönemde onun Medine’de kalmasının uygun olacağını söyledilerse de, bu tür talepleri reddetti. Halîfenin şehid edildiğini, yerine Hz. Ali’nin (ra) halîfe olduğunu Medine’ye dönerken yolda Talha (ra) ve Zübeyr’den (ra) öğrendi. Onlar Hz. Ali’ye (ra) istemeyerek biat ettiklerini, fakat daha sonra bu biatten vazgeçtiklerini söylediler. Bunun üzerine Hz. Âişe (rah) yoluna devam etmek yerine onlarla birlikte Mekke’ye döndü.[13]
Hz. Osman’ın (ra) öldürülmesine karşı çıkanlar ile Ümeyyeoğulları’nın bazı mensupları, Hz. Âişe’nin yanında toplanarak halîfenin intikamını almak ve Müslümanlar arasındaki ihtilâflara son vermek üzere Medine veya Şam yerine, Basra’ya gitmeye onu ikna ettiler. Kendisi de etrafına toplananlarla birlikte Hz. Osman’ın (ra) katillerini cezalandırmak düşüncesiyle Basra’ya doğru yola çıktı. Onunla birlikte hareket edenler Basra’ya varınca, Hz. Ali’nin (ra) valisi Osman b. Huneyf’i bertaraf edip şehre hâkim oldular.[14]
Muâviye üzerine yürümek için hazırlık yapmakta olan Hz. Ali (ra), Basra’daki gelişmeleri öğrenince Medine’den Irak’a hareket etti. Hz. Âişe (rah) ile Hz. Ali (ra) arasında çeşitli mektuplaşmalar ve müzakereler gerçekleşmişse de Hicretin 36. yılı Cemâziyelâhir’inde (Aralık 656) Müslümanlar arasındaki ilk kanlı çarpışma engellenemedi. Bu olay, savaşın Hz. Âişe’nin (rah) devesinin etrafından şiddetlenmiş olması sebebiyle Cemel Vak’ası adıyla meşhur oldu. Neticede Hz. Âişe (rah) tarafı savaşı kaybetti. Bununla birlikte Halîfe Hz. Ali (ra) ona esir muamelesi yapılmasına izin vermediği gibi kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir’in nezaretinde onu önce Basra’ya, oradan yanına kattığı Basralı kırk kadınla birlikte Medine’ye gönderdi. Fakat Hz. Âişe (rah) o yıl da hacca iştirak etmek istediğinden önce Mekke’ye gidip ardından Medine’ye döndü. [15]
Hz. Osman’ın (ra) halîfeliğinin son yıllarında başlayıp Cemel Vak’ası’yla sona eren siyasî faaliyetleri sebebiyle yaşananlar Hz. Âişe’yi (rah) son derece üzmüştür. Öyle ki, birçok müslümanın ölümüne sebep olan bu acı olayları yaşamaktansa, daha önce ölmeyi tercih ettiğini söylemiştir. Rivayete göre Peygamber hanımlarının evlerinde oturmalarını emreden âyeti (Ahzâb 33/33) her okudukça, baş örtüsü ıslanıncaya kadar ağladığı söylenir. Kendisi Cemel’den sonra Medine’de sakin bir hayat sürmüş, bir daha siyasete karışmamıştır. Ancak Muâviye devrindeki bazı icraatı tenkit etmekten de çekinmemiştir. Hz. Ali (ra) ve taraftarlarına dil uzatmayı reddeden sahâbî Hucr b. Adî’nin (ra) öldürülmesinden dolayı Muâvi­ye’ye çıkışması buna örnek gösterilebilir.[16]
Hz. Âişe (rah), Allah Rasûlü’nün (sav) vefat ettiği zaman kendisi çok genç yaşına rağmen Kur’ân-ı Kerîm’i ve sünneti en iyi bilen ve muhafaza eden sahâbîlerin başında yer alır.[17] Hem baba evinde, hem Hz. Peygamber’in (sav) himayesinde en iyi şekilde yetişti ve başkalarına nasip olmayan bilgiler edinmiştir. Arap dilini maharetle kullanmasının yanı sıra Arap şiirini de çok iyi bilirdi. Fesâhat ve belâğatıyla da maruf bir hatip olduğu için konuşması insanlara çok tesir ederdi. Babasının vefatı üzerine kabri başında yaptığı dua, Cemel Vak’ası’ndaki hutbesi, ayrıca bazı mektupları onun edebî kabiliyetini gösteren şaheser örneklerdir. Kendisi Arap tarihi, nesep ilmi, câhiliyye çağının içtimaî vaziyeti, örf ve âdetleri hakkında geniş malumat sahibi idi. Şiir ve edebiyat ile tarih ve ensâbı, daha ziyade bu konularda ihtisas derecesinde bilgi sahibi olan babası Hz. Ebû Bekir’den (ra) öğrenmişti. Hz. Peygamber’den (sav) aldığı feyz sayesinde İslâm esaslarının en mümtaz öğreticisi oldu. Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetini tefsir etti. Üstelik küçük yaşından itibaren Kur’ân’ı ezberlemeye başlamış, âyetlerin kıraat tarzını iyice öğrenmişti. Sünneti de çok iyi kavramış olan Hz. Âişe (rah), hadislerden yeni hükümler çıkarırdı. Nitekim o, Hz. Peygamber’in (sav) ashâbı arasında, çok sayıda fetva vermesiyle meşhur olan yedi kişiden biri kabul edilir.[18] Öyle ki, Tâbiîn devrinin birçok hukukçusu, yüksek seviyedeki fıkıh bilgisinden faydalanmak üzere kendisiyle ilmî istişarelerde bulunmuştur.
Hz. Âişe (rah), kuvvetli hafızası sayesinde Hz. Peygamber’in (sav) hadis ve sünnetinin daha sonraki nesillere ulaştırılmasında emsalsiz hizmetler îfâ etti. Onun rivayet ettiği hadislerin sayısı 2210’dur. Bunlardan Buhârî ve Müslim’in Sahîh’lerinde rivayet ettikleri 297 hadisin 174’ü her iki eserde, elli dördü yalnız Buhârî’de, altmış dokuzu da yalnız Müslim’de yer almaktadır. Hz. Âişe (rah) hem Hz. Peygamber’in (sav) diğer hanımlarından, hem de Ebû Hüreyre (ra), Abdullah b. Ömer (ra) ve Enes b. Mâlik (ra) dışında diğer sahâbîlerden fazla hadis rivayet etmiş olan tek kadındır.[19] Binden fazla hadis rivayet ederek “müksirûn” olarak adlandırılan yedi sahâbînin dördüncüsü kabul edilir. Rivayet ettiği hadislerin çoğunu doğrudan doğruya Hz. Peygamber’den (sav) nakletmiştir. Aktardığı hadislerin muhtevaları incelendiğinde, başta Rasûlüllah’ın (sav) peygamberliği, aile hayatı, günlük yaşayışı, savaşları, Veda Haccı ve vefatı ile ahlâkı olmak üzere, câhiliyye dönemi tarihi, kadınlara dair özel hükümler, Mekke ve Medine devirlerindeki Müslümanların çeşitli faaliyetleri, ibadetler ve ibadetler tarihi, gaybın bilinmesi, kıyamet, ölüm ve âhiret hayatına dair bazı kelâmî mesele ve haberleri ihtiva ettiği görülür.
Hz. Âişe’nin (rah) en belirgin özelliklerinden biri de İslâm dininin esaslarını anlatma hususundaki gayretidir. Öyle ki, Hz. Peygamber’den (sav) sonra onun evi, kadın erkek, büyük küçük birçok kimsenin huzuruna gelip kendisini dinlediği, varsa sorusunu sorup cevabını aldığı bir ilim ve irfan ocağı olmuştur. Onun döneminde ashâbdan bazılarının vefat etmiş olması, birçoğunun da fetihler sebebiyle muhtelif bölgelere dağılması sonucunda Medine’de çok az sahâbî kalmıştı. Hz. Âişe’nin (rah) varlığı sayesinde, “Peygamber şehri Medine” ilim merkezi olma hususiyetini devam ettirmiştir. Şehirde onun yıllarca süren eğitim ve öğretim faaliyetleri sonunda İslâm ilimlerinin temellerinin atılması ve ilmî hareketin gelişmesi yanında, hadis ve fıkıh sahalarında Medine ekolü teşekkül etmiştir. Hz. Âişe (rah) yalnızca şifahî sorularla değil, aynı zamanda muhtelif şehir ve bölgelerde yaşayan Müslümanların mektupla ilettikleri sorulara da muhatap olmuştur. Hz. Âişe vefatına kadar her yıl hac için Mekke’ye gittiğinde, muhtelif yerlerden gelenlerin kendisini çadırında ziyaret etmelerine ve soru sormalarına izin verirdi. Kendisi Hz. Peygamber (sav) zamanından başlamak üzere kadınların eğitim ve öğretimiyle çok yakından meşgul oldu; çevresinde ders dinleyen ve hadis nakleden birçok kız ve kadın yer aldı. Böylece o hem kendi uygulamaları, hem de yetiştirdiği öğrencileri ile İslâm dünyasında kadınların ilimle meşgul olmaları gerektiğini, hiçbir tereddüde meydan vermeyecek şekilde göstermiş oldu.[20]

 

 

Devamını Oku

 

Cüveyrite Bintül Haris (Ra)

Hicret’in 5. senesinde, Müslümanların vücudunu ortadan kaldırmak maksadıyla harekete geçen Huzâa kabilesinin Benî Mustalık kolu üzerine bir gaza tertip edilmişti. Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle bu gaza zaferle neticelendi. Birçok esir ve ganimet elde edilmişti.
Alınan esirler arasında Benî Mustalık’ın reisi Hâris bin Ebî Dırar’ın kızı Berre (Cü­veyriye) de vardı. Berre’nin kocası savaşta öldürülmüştü.
Esirler mücahitler arasında taksim edildi. Berre, Sâbit bin Kays bin Şemmas ile onun amcasının oğlunun hissesine düştü. Berre, efendileriyle bir miktar para karşılığında anlaşma yaptı. Bu parayı ödediğinde serbest bırakılacaktı. Fakat kendisinden istenilen fidye çok fazlaydı, ödeyecek durumda değildi. Bunun üzerine Peygamber Efendimize müracaat etti ve durumunu ona bildirdi:
“Ben, Benî Mustalık reisi Hâris bin Ebî Dırar’ın kızıyım. Bildiğiniz gibi, ben Sâbit bin Kays’ın ve onun amcasının oğlunun hissesine düştüm. Bir miktar para karşılığında onlarla anlaştım. Ödemek zorunda kaldığım bu fidye için sizden yardım dilemeye geldim.”
Peygamberimiz ona, “Senin için bundan daha hayırlı olanı yok mudur?” bu­yurdu. Berre, “O nedir, yâ Re­sû­lal­lah?” diye sordu. Re­sû­lul­lah “Kurtuluş akçeni ödemem ve seni zevceliğe kabul etmemdir.” cevabını verdi.
Berre, bir an kendi âlemine daldı. Zaten savaştan üç gün önce rüyasında, Me­di­ne’den doğup yükselen ayın gelip kendi koynuna düştüğünü görmüştü. Pey­gam­be­ri­mi­zin teklifini duyunca hidayet nuru yüzünde parlamaya başladı. Re­sû­lul­lah’ın teklifini ka­bul etti. Ardından da Kelime-i Şehadet getirerek Müslü­man olma şerefine kavuştu.
Bu arada Hâris bin Ebî Dırar, kızının fidyesi olmak üzere yanına birkaç deve alarak, kavminden bazı kimselerle birlikte Medine’ye gitmek üzere yola çıktı. Akik Vadisi’ne geldiğinde develerin en güzellerinden iki tanesini seçerek oraya bıraktı. Bu cins hayvanları vermek istemiyordu. Daha sonra Medine’ye geldi. Peygamberimizi buldu ve ona, “Benim kızım esir olarak tutulamaz. Bu benim mevkiimle ve şerefimle bağdaşmaz. Onu serbest bırak!” dedi. Re­sû­lul­lah, “Onu dilediğini seçmekte serbest bırakmamı ister misin?” buyurdu. Hâris, “Evet, üzerine düşen vazifeyi yerine getirmiş olursun.” dedi. Bunun üzerine Hâris, kızı­nın yanına gitti ve şöyle dedi:
“Şu zat, seni dilediğini seçmekte serbest bıraktı. Sakın bizi rezil etme!”
Fakat Berre hiçbir şeyi Peygamberimize tercih edemezdi. Nitekim babasını mahcup etmek pahasına da olsa şöyle dedi:
“Ben Re­sû­lul­lah’ı tercih ediyorum.”
Hâris buna çok içerledi, “Vallahi sen bizi rezil ve rüsvay ettin!” dedi.Sonra da Peygamberimize dönerek, “Şu develer, kı­zım için fidyedir; bunları alıp kızımı bana veriniz.” dedi. Cenâb-ı Hak, Peygam­ber Efendimize, Hâris’in develerden ikisini sakladığını bildirmişti. Hâris’e, “Akik Vadisi’nde sakladığın iki deve nerede, onları niçin getirmedin?” diye sordu. Bu mucize, Hâris’in ve yanındakilerin hidayetine vesile oldu. Hâris bü­yük bir heyecanla, “Ben şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur. Muhak­kak sen de Allah’ın Resûl’üsün. Vallahi bunu Allah’tan başka bilen yoktu.” diye­rek Müslüman oldu. Yanında bulunan iki oğlu ve kavminden bazı kimseler de Müslüman oldular.
Bundan sonra Peygamberimiz, Berre’yi babasından istedi. Hâris, “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Onu sana bağışladım.” dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz, Berre ile Hicret’in 5. yılında evlendi. İsmini de “Cüveyriye” ola­rak değiştirdi. Çünkü “Berre” “iyilik, hayır” manasına geliyordu ve Peygam­berimiz, “Bere, Re­sû­lul­lah’ın yanından çıktı.” denilmesinden hoşlanmıyordu.
Cüveyriye o sırada 20 yaşında idi.
Peygamberimizin Cüveyriye ile evlenerek Benî Mustalık kabilesiyle akraba olduğunu duyan sahabiler, “Re­sû­lul­lah’ın akraba olduğu bir kabile artık esir ka­lamaz.” diyerek yanlarındaki bütün esirleri serbest bıraktılar. Böylece Hz. Cü­veyriye, kabilesinden 700 esirin azat edilmesine vesile oldu. Ayrıca Benî Mustalık’dan birçok kimse, Peygamberimizin bu davranışı karşısında Müslüman ol­dular. Bundan dolayıdır ki Hz. Âişe validemiz, Hz. Cüveyriye’yi çok takdir ederdi.
Hz. Cüveyriye validemiz çok oruç tutar ve çok namaz kılardı. Aynı zamanda zikir ve tespihe çok ehemmiyet verirdi. Bir gün sabah namazını kıldıktan sonra dua ve zikir ile meşgul olmaya başladığı bir sırada, Peygamberimiz yanından ay­rıldı. Öğleye doğru tekrar geldiğinde Hz. Cüveyriye’yi Allah’ı zikrederken bul­du, “Sen hâlâ yanından ayrıldığım hâl üzere mi devam ediyorsun?” buyurdu. Hz. Cüveyriye, “Evet.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyur­du:
“Ben senden ayrıldıktan sonra üç defa şu dört kelimeyi söyledim. Bunlar, bu­gün sabahtan beri senin söylediklerinle tartılsa onlardan daha ağır gelir. Bu keli­meler şunlar: ‘Sübhanallahi adede halkıhî, sübhanallahi rıza nefsihî, sübhanallahi zinete Arşihî ve sübhanallahi midâde kelimâtihî [Yarattıkları sayısınca Allah’ı tespih ederim. Allah’ı kendisinin razı olacağı şekilde tespih ederim. Allah’ı Arş’ın ağır­lığınca tespih ederim. Kelimelerin miktarınca Allah’ı tespih ederim.]”
Hz. Cü­veyriye, Peygamberimizin bu tavsiyesinden sonra artık bunları söylemeye devam etti.
Cüveyriye validemiz, Peygamberimizin diğer hanımları gibi çok hayırse­verdi. Kendisi yemez, fakirlere yedirirdi. Peygamberimiz bir defasında onun odasına gelmişti. “Yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hz. Cüveyriye, “Vallahi yanımda yiyecek yok. Biraz kemik vardı, onu da sadaka olarak verdim.” de­di.
Peygamberimizin bu mübarek hanımı, Hicret’in 56. yılında 65 yaşındayken vefat etti. Cenaze namazını Mervan bin Hakem kıldırdı.
Allah onlardan razı olsun!

 

Kaynak: Sahabeler Ansiklopedisi

Devamını Oku

 

Hz Hatice (Ra)

Hz. Hatice varlıklı, şerefli, Cahiliyet’te bile “Tahir [Temiz]” lakabıyla anılan bir ha­nımdı. İslamiyet’ten önce Şam taraflarına kervanlar gönderir, ticaretle meş­gul olurdu. Çalıştığı kimselere malının kazancından verirdi. O sıralarda Hz. Muhammed’in (a.s.m.) doğruluğunu, emin oluşunu, sadakatini, güzel ahlakını işitmişti. Meysere ile birlikte Şam tarafına bir ticaret kervanı götürme teklifinde bulundu. Hz. Muhammed (a.s.m.) bu teklifi kabul etti. Kervan hazırlandı ve Hz. Muhammed (a.s.m.), Meysere ile birlikte yola çıktı.
Şam yakınlarındaki bir manastır civarında konakladılar. İstikbalin nebisi, bir ağacın altında gölgeleniyordu. Manastırda bulunan rahip, Meysere’ye ağacın altında oturanın kim olduğunu sordu. Meysere, “Mekke halkından ve Kureyş kabilesinden bir zattır.” de­di. Rahip heyecanlanmıştı. “O ağacın altına şimdiye kadar peygamberden başka kim­se inmemiştir!” dedi. Sonra da Peygamberimi­zin (a.s.m.) İncil’deki vasıflarından birini sordu. Müspet cevap alınca da, “O, peygamberdir, hem de peygamberlerin sonun­cu­su­dur. Keşke ben onun pey­gamber olarak gönderileceği zamana erişmiş olsaydım!” dedi.
Nihayet Re­sû­lul­lah, Meysere ile birlikte götürdükleri ticaret mallarını sattı­lar. Bir hayli kâr ederek Mekke’ye döndüler.
Meysere, rahibin sözlerini ve yolculuk esnasında Peygamberimizden gördü­ğü birtakım harikalıkları Hz. Hatice’ye haber verdi.
Hz. Hatice merakla kervanın gelmesini bekledi. Nihayet kervan karşıdan gö­ründü. Kafile yaklaştığında, Peygamberimizin başında onu sıcaktan koruyan bir bulut gördü. Çok heyecanlandı. Yanındaki kadınlara, “Bakın, bakın! Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor.” dedi.
Bir müddet sonra Peygamberimiz evin önüne geldi ve malları Hatice’ye (r.anha) teslim etti. Hatice, konuşulan ücretin daha fazlasını vererek Peygamberimizi memnun etti.
Hz. Hatice, Peygamberimizle evlenmeyi, bundan sonraki hayatını onunla birlikte geçirmeyi düşündü. Re­sû­lul­lah’a bir haberci göndererek şöyle dedi:
“Şeref ve emniyet sahibi olman, güzel ahlakın ve doğruluğun sebebiyle bana yakın olmanı isterim.”
Hz. Hatice bu sözleriyle, Re­sû­lul­lah ile evlenmek istediğini belirtiyordu. Re­sû­lul­lah bu teklifi alınca amcalarıyla istişare etti. Böyle bir evliliği uygun görüp görmediklerini sordu. Onlar bunu uygun buldular. Ebû Tâlib, Hatice’ye giderek meselenin mahiyetini araştırdı. Yeğeniyle evlenmek istediğini bizzat onun ağ­zından işitti.
Bunun üzerine her iki taraf da düğün hazırlıklarına başladı. Düğün merasimi­nin tarihini Hatice tespit etti. Merasim onun evinde yapılacaktı. Belirtilen tarih­te Peygamber Efendimiz, amcaları, halaları ve Haşimoğullarının ile gelenleri, Hatice’nin evine geldiler. Diğer taraftan Hatice’nin amcası Amr bin Esed, amca­sının oğlu Varaka bin Nevfel ve diğer akrabası da Hz. Hatice’yi temsilen hazır bulunuyorlardı.
Düğün için hazırlıklar tamamlandı, koyunlar kesildi, yemekler yapıldı. Ye­mekler yenildikten sonra geleneğe göre Ebû Tâlib ayağa kalktı ve soyunu şere­fini anlatan bir konuşma yaptıktan sonra, yeğeni Muhammed (a.s.m.) için Hati­ce’ye talip olduklarını bildirdi. Şöyle bir konuşma yaptı:
“Kardeşimin oğlu Muhammed bin Abdullah ki, sizin akrabanızdır. Onunla Ku­reyş’ten hiçbir genç tartılmaz ve ölçülmez. O şeref ve asaletçe, akıl ve fazilet­çe onların hepsinden üstündür. Gerçi malı azdır, fakat mal dediğin nedir ki! Ge­çici bir gölge, bir perde, alınır verilir iğreti bir şey! Allah’a yemin ederim ki, bundan böyle onun mertebesi daha da büyüyecek, daha da yükselecektir. Şimdi o sizden kızınız Hatice’yi zevceliğe istemekte, mehir olarak da 20 erkek deve vermeyi kabul etmektedir.”
Ebû Tâlib’in bu konuşmasından sonra Varaka bin Nevfel ayağa kalktı. O da soyunu methettikten sonra Hatice’yi Peygamberimize uygun gördüğünü ilan ederek şöyle dedi:
“Allah’a hamd olsun ki, bizi de anlattığın gibi yarattı. Saydıklarından daha fazlasıyla bize üstünlük verdi. Biz de Arapların büyüğü ve reisiyiz, siz de... Arap­lardan ve diğer insanlardan hiç kimse sizin faziletinizi ve iftihar ettiğiniz şeyleri reddetmez. Biz de sizinle akrabalık kurmak ve şereflenmek istiyoruz. Ey Kureyş topluluğu, şahit olunuz ki, ben Huveylid’in kızı Hatice’yi 20 deve mehirle Muhammed bin Abdullah ile nikâhladım.”
Varaka bin Nevfel konuşmasını bitirince, Hatice’nin amcası Amr bin Esed de ayağa kalkarak bu evliliğe razı olduğunu söyledi.
Böylece Hz. Hatice, her türlü fuhuşun yaygın olduğu Cahiliye Devri’nde, ahlak ve faziletinin peşin mükâfatı olarak Kâinatın Efendisi’ne hanım olma şere­fine erişti.
Peygamberimiz muhterem zevcesini alarak amcası Ebû Tâlib’in evine geldi. Burada iki deve kestirerek düğün yemeği verdi. Ebû Tâlib de bu mesut evlili­ğin hatırasına deve kesti, halka ziyafet verdi. Bu arada Cenâb-ı Hakk’a, verdiği bu nimet için teşekkür ediyor, “Allah’a hamd olsun ki, bizden bütün üzüntüleri giderdi.” diyordu.
Peygamberimiz (a.s.m.), amcasının evinde ancak birkaç gün kalabildi. Sonra hanımı Hz. Hatice’nin evine yerleşti.
Hz. Hatice, Peygamberimizle evlendiği sırada 40 yaşında bulunuyordu. Peygamberimiz ise o sırada 25 yaşında bir gençti. Peygamber Efendimiz böylece ilk evliliğini, kendisinden 15 yaş büyük bulunan dul bir kadınla ya­pıyordu.
Hz. Hatice bütün servetini Peygamber Efendimizin “emin” ellerine teslim et­ti. Re­sû­lul­lah (a.s.m.) ticarete devam etti. Muazzez hanımının güvenini boşa çı­karmadı. Bol kazanç elde etti. Fakat bu varlık onun sade hayatını değiştirmedi. Önceki hâli ne ise o hâlini muhafaza etti. Hiçbir zaman israfa ve gösterişe kaç­madı. Zaten onun kalbini ve ruhunu bambaşka ulvi duygular kuşatmıştı. Dünya sevgisine o kalpte yer yoktu.
Hz. Hatice, Peygamberimizden yaşça büyük olmasına rağmen, ona karşı son derece hürmetkâr, nazik ve saygılı idi. Bir dediğini iki etmiyordu. Hanım olma­nın gerektirdiği bütün vazifelerini yerine getiriyor, maddi manevi hiçbir fe­dakârlıktan sakınmıyordu. Artık gönlündeki boşluk dolmuş, Son Peygamber’e hanım olma şerefine erişmişti. Peygamber Efendimiz bu mesut evlilikleriyle “Bir aile nasıl kurulur? İki eş nasıl geçinir? Aile yuvası nasıl cennetten bir köşe olur?...” suallerine canlı misaller vererek beşeriyet âlemine rehberlik ediyordu.
Hz. Hatice, misafirperverlikte ve cömertlikte eşsiz bir mevkie sahipti. Bu itibarla, evden misafir hiç eksik olmuyordu.
Peygamber Efendimizin, Hz. Hatice ile evliliğinin ilk meyvesi olarak Kâsım dünya­ya geldi. Peygamberimiz “Ebû’l-Kâsım” künyesini aldı. Daha sonra, Zeyneb, Ru­kiyye, Fâ­tıma, Ümmü Gülsüm; peygamberlikle vazifelendirildikten sonra da Abdullah (Tay­yib) dünyaya geldi. Bunlardan Kâsım ve Abdullah, Mekke’de daha küçük yaştayken vefat ettiler. Peygamberimizin Hz. Fâtı­ma haricindeki diğer çocukları da kendisinden ön­ce vefat etti. Fâtıma da muhte­rem babasının dünya değiştirmesinden altı ay sonra vefat etti.
Miladi 610 yılının Ramazan ayıydı... Peygamberimizin mübarek ömrü 40’ı bulmuştu. Her zamanki âdeti üzere yine Hira Mağarası’na gitmiş, sabaha kadar Rabb’ine ibadet etmişti. Zaman seher vakti idi. Nihayet İlahî vazifenin tebliğ edileceği vakit gelmişti. Rabb’inden emir alan Cebrâil (a.s.), en güzel bir insan suretinde ve etrafa güzel kokular saçarak, kâinatın yaradılış sebebi olan Peygam­ber Efendimizin ziyaretine geldi. Onu korkutmak istemiyordu. Gür, fakat tatlı bir sesle, “Oku!” dedi. Konuşurken göklerden ve dağlardan onun sesi geliyordu. Peygamberimiz çok korkmuştu. “Ben okuma bilmem.” diyebildi. Cebrâil onu kucakladı, sıktı. Yere bıraktıktan sonra tekrar, “Oku!” dedi. Peygamber Efendi­miz yine aynı cevabı verdi. Cebrâil, Re­sû­lul­lah’ı (a.s.m.) tekrar tuttu ve sıktı. Bir kere daha “Oku!” dedi. Peygamberimiz yine aynı cevabı verince, Hz. Cebrâil ona ilk âyetleri vahyetti: “Yaratan Rabb’inin ismiyle oku. O Rabb’in ki, insanı bir kan pıhtısından yarat­tı. Oku. Rabb’in sonsuz kerem sahibidir. O, insana kalemle yazı yazmayı öğre­tendir. O, insana bilmediğini öğretendir.”
Hz. Cebrâil bunları söyledikten sonra birden kayboldu. Bu arada Peygambe­rimizin (a.s.m.) heyecan ve korkusu son haddine varmıştı. Hemen mağaradan çıktı ve Mekke’ye doğru hareket etti. Başından geçenleri bir an önce hanımına anlatmak istiyor, onun kendisini teselli edeceğini umuyordu.
Peygamberimizin hızlı adımlarla Mekke’ye doğru ilerlerken geçtiği yerler­deki dağ, taş ve ağaçlar “Esselâmu aleyke yâ Re­sû­lal­lah!” diyerek ona selam ve­riyor, onun peygamberlik vazifesini tebrik ediyorlardı. Peygamber Efendimiz sağına soluna baktığında ağaçtan ve taştan başka bir şey göremedi.
Nihayet eve gelebildi. Hz. Hatice, Peygamberimizi sevinçle karşıladı. Onun şimdiye kadar hiç görmediği şekilde nurlanmış yüzünü görünce gözlerini bir müddet Peygamberimizin mübarek yüzünden ayıramadı. Bu arada Peygambe­rimizden etrafa güzel bir koku da yayılıyordu. Hz. Hatice bir şeyler olduğunu tahmin etti. Peygamber Efendimizin mübarek alnından öptü ve tatlı bir şekil­de:
“Anam babam sana feda olsun! Ben senin yüzünde şimdiye kadar görmedi­ğim bir nur görüyor, şimdiye kadar hiç hissetmediğim bir koku alıyorum.” dedi. Hz. Hatice bunun Varaka bin Nevfel’in müjdelemiş olduğu peygamberlik ola­bileceğini tahmin etmişti.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Hatice’yi (r.anha) daha fazla merakta bırakmak istemiyordu. Fakat çok korkmuştu, heyecanlıydı. Biraz kendisini toparlamak istiyordu. “Beni örtünüz, beni örtünüz!” diyebildi. Hz. Hatice hemen Peygambe­rimizi yatırdı, üzerini örttü ve rahat etmesi için elinden gelen gayreti gösterdi. Daha sonra da merak ve sabır içerisinde, Peygamberimizin, başından geçen ha­diseleri kendisine anlatacağı zamanı bekledi.
Bir müddet sonra Re­sû­lul­lah uyandı. Korkusu ve heyecanı bir parça olsun geçmişti. Başından geçenleri Hz. Hatice validemize anlattı. Daha sonra da, “Yâ Hatice! Ben bazı ışıklar görüyorum. Birtakım sesler işitiyor ve endişe ediyo­rum! Putlardan ve kâhinlerden nefret ediyorum! Böyle iken bana cinler musallat olacak diye korkmaktayım!” dedi.
Peygamberimize ilk zevce olabilecek kadar basiret ve yüksek anlayışa sahip olan Hz. Hatice validemiz onu şöyle teselli etti:
“Ey amcam oğlu! Böyle konuşma! Korku ve endişe duymana sebep yok. Üzülme, Allah’a yemin ederim ki, O senin gibi bir kulunu hiçbir zaman utandır­maz. Çünkü sen sözün doğrusunu söylersin. Emanete riayet edersin. Akrabana yakın alaka gösterirsin. Komşularına nazik ve müşfik davranırsın. Fakirle­re yardım elini uzatırsın. Evinin kapısını gariplere açar, onları misafir edersin. Uğradıkları felaket ve musibetlerde halka yardım edersin. Ey amcamın oğlu, sebat et. Vallahi senin bu ümmetin peygamberi olacağını ümit ederim...”
En yakın sırdaşı, teselli kaynağı ve hayat arkadaşının bu inandırıcı ifadeleri Peygamberimizi sükûnete kavuşturdu. Hz. Hatice bununla da kalmadı, “Senin peygamber olduğuna ben inanıyorum.” diyerek İki Cihanın Güneşi’ne manen des­tek oldu. Böyle bir zamanda hanımının tereddütsüz iman edişi Re­sû­lul­lah’ı çok sevindirdi, şevkini artırdı.
Peygamber Efendimiz bundan sonra Hz. Hatice’ye, Hz. Cebrâil’den öğrendiği şekilde abdest aldırdı, birlikte namaz kıldılar. Böylece Hz. Hatice validemiz, Peygamberimize ilk zevce olma şerefine sahip olduğu gibi, ona ilk iman etme ve birlikte ilk namaz kılma bahtiyarlığına da nail oldu.
Başından beri Peygamberimize karşı gösterdiği sayısız fedakârlık, Hz. Ha­tice’nin faziletine bir yenisini daha ekledi. Allah, vahiy meleği Cebrâil ile bir gün Hz. Hatice’ye selam gönderdi ve ona cennette bir saray hazırladığını bildir­di. Cebrâil şöyle diyordu:
“Hatice’ye Rabb’inden ve benden selam söyle. Ve onu cennette inciden yapıl­mış bir saray ile müjdele. Orada ne gürültü patırtı vardır, ne de çalışıp çabala­mak... Zahmetli ve külfetli şeyler bulunmayacaktır.”
Hz. Hatice, Peygamberimiz Mekke’den Medine’ye hicret etmeden üç yıl önce 65 yaşındayken vefat etti. Ondan kısa bir müddet önce de Peygamberimizin am­cası Ebû Tâlib vefat etmişti. Gerek Ebû Tâlib gibi müşriklerin bütün düşmanlık­larına hedef olan ve Peygamberimizi bağrına basarak onu korumaktan geri dur­mayan fedakâr amcasını, gerekse Hz. Hatice gibi cefakâr ve fedakâr hayat arka­daşını peş peşe kaybetmek Peygamberimiz için üzücü olmuştu. Bu sebeple o yı­la “Hüzün Yılı” denildi.
Peygamberimiz, Hz. Hatice’ye olan sevgisini onun vefatından sonra da de­vam ettirdi. Hz. Hatice’nin yakınlarından birisi yanına gelse hâlini hatırını so­rar, ona ikramda bulunurdu. Hz. Hatice’nin keremkârlığını, en sıkışık ânında kendisine yaptığı büyük yardımları her zaman zikrederdi. Öyle ki, Hz. Hatice hayatta olmadığı hâlde, Hz. Âişe validemizin, Peygamberimizin ondan bahset­mesinden dolayı kıskançlık duyduğu da olurdu.
Bir defasında Re­sû­lul­lah (a.s.m.) yine Hz. Hatice’nin iyiliklerinden bahsedi­yordu. Hz. Âişe de orada idi. Kendisini tutamadı ve “Hep Hatice’den bahseder­siniz. Hâlbuki Allah size ondan daha genç ve güzel hanımlar vermiştir.” dedi. Peygamberimiz, Hz. Âişe’nin bu sözleri üzerine şöyle buyurdu:
“Hayır, Allah ondan daha hayırlısını bana vermedi. Çünkü o herkesin küfür içerisinde olduğu bir zamanda bana iman etti. Herkesin beni yalanladığı bir za­manda beni tasdik etti. Herkesin her şeyi benden esirgediği bir zamanda, o beni malına ortak etti. Ve Allah bana ondan çocuklar ihsan etti.”
Bunun üzerine Hz. Âişe validemizdeki Hz. Hatice’ye (r.anha) karşı olan kıs­kançlık duygusu tamamen ortadan kalktı. Bu sözünden dolayı mahcup oldu ve “Ey Allah’ın Resûl’ü, seni peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki, bundan sonra Hatice’nin menkıbelerini bize anlatmanı istiyorum.” diyerek Pey­gamber Efendimizin (a.s.m.) gönlünü aldı.
Peygamber Efendimiz şu hadis-i şerifiyle, kadınlar arasında Hz. Hati­ce’nin mevkiini ifade etmektedir:
“Cennet kadınlarının en hayırlısı Hatice, Fâtıma, Meryem ve Asiye’dir.”
Allah onlardan razı olsun!

 

Kaynak: Sahabeler Ansiklopedisi

Devamını Oku

 

Zübeyr Bin El Avvam (Ra) 

Peygamberimizin (a.s.m.), “Her peygamberin bir havarisi [yardımcısı] vardır, benim de havarim Zübeyr’dir” buyurarak methettiği Hz. Zübeyr, İslam’a gönül veren ilk bahtiyarlardandır. Peygamberimizin en yakın dava arkadaşıdır. Ayrı­ca halası Hz. Sa­fiyye’nin oğludur. Babası Avvam, Hz. Hatice validemizin kar­deşidir. Nesebi, Peygamberimizin nurlu silsilesiyle, dedelerinden Kusay’da bir­leşir.
Hz. Zübeyr küçük yaşta yetim kaldığından annesi tarafından yetiştirildi. Hz. Safiy­ye, oğlunun terbiyesinde çok titiz davranıyordu. Onu hayata hazırlamak için bazen dövdüğü de olurdu! Bunu görenlerin, “Çocuğun kalbini çok kırıyor­sun, onu helak edeceksin!” demelerine karşı Hz. Safiyye şu cevabı veriyordu:
“Benim Zübeyr’i dövmem, onu sevmediğimden değildir. Ben onu akıllanma­sı, adam olması ve ilerde orduları bozguna uğratarak ganimetle dönecek bir kahraman olması için terbiye ediyorum.”
Gerçekten de Hz. Zübeyr’in annesinden aldığı çekirdek mahiyetindeki terbi­ye, haya­tına aksetmiştir. Zübeyr cesareti ve kahramanlığı ile tanınmış, Müslüman olduktan sonra da, canını feda eder derecede ileri atılmıştır. Amcası ona iş­kenceler ederek dininden dönmesi için zorlarken, Hz. Zübeyr ise, “Amca, artık ebediyen küfre girmem.” diye sebat ediyordu.
Mekke’de müşriklerin Müslümanlara göz açtırmadıkları devrede bir ara Peygamberimizin öldürüldüğünü duydu. 15 yaşında Müslüman olan Hz. Zübeyr, o sıralar henüz çok gençti. Hadisenin mahiyetini anlamadan kılıcını sıyırarak, müşriklere bir ders vermek üzere yola çıktı. Yolda kendisini gören Pey­gamberimiz (a.s.m.):
“Ne oldu Zübeyr, nereye gidiyorsun böyle?” diye sor­du.
Birdenbire şaşıran Hz. Zübeyr, meselenin aslını öğrendi ve Peygamberimize, “Anam babam sana feda olsun yâ Re­sû­lal­lah! Senin katledildiğini duydum; müşriklere had­dini bildirmeye gidiyordum!” dedi. Peygamberimiz onu teskin etti ve duada bulundu.
Böylece, İslam tarihinde küffara karşı ilk kılıç çeken, Hz. Zübeyr oldu.
Mukaddes davaya bütün varlığıyla bağlanan Hz. Zübeyr, müşriklerin çeşitli işkence ve zulmüne maruz kaldı; fakat bütün bu taarruzlar ona bir teşvik kamçı­sı oldu, mücadele azmini artırdı.
Habeşistan’a hicret eden kafileye Hz. Zübeyr de katıldı. Daha sonra oradan Medine-i Münevvereye hicret etti.
Medine’de Re­sû­lul­lah’a (a.s.m.) kavuştuktan sonra onun emrinden hiç ayrıl­madı; hüzünlü ve sevinçli günlerinde hep onunla birlikte bulundu. Bütün muharebelerde Peygamberimizin yanında yer aldı, ona gelebilecek tehlikelere göğ­sünü gerdi, kendisini feda etti. Bu hususta Hz. Zübeyr şöyle der:
“Re­sû­lul­lah ile beraber katıldığım savaşlarda yara almayan hiçbir yerim yok­tur.”
Hattâ bu yaralanmaların edep yerine kadar vardığı da kaydedilmekte­dir.
Bedir Savaşı’nda karşısına çıkan hasımlarını bir darbede yere serdi, harbin en şiddet­li anlarında müşrikleri perişan etti. Fakat kendisi de ağır şekilde yaralan­dı. Oğlu Ur­ve, babasının aldığı yaranın derinliğini anlatırken, “Parmağım içine girebiliyordu!” de­mektedir.
Hz. Zübeyr, Bedir’de başına sarı bir sarık sarmıştı. Zübeyr’in düşman karşı­sında şah­lanışını gören Allah’ın Resûl’ü, onun şecaat ve kahramanlığını şöyle övmekteydi:
“Meleklerin, sarı başlıklarla Zübeyr’in suretinde indiklerini görüyordum.”
Bu savaşta düşmana fırsat vermeyen iki süvariden birisi de Hz. Zübeyr’di. Zaten Bedir Savaşı’nda sadece iki at vardı.
Uhud Savaşı’nda da Re­sû­lul­lah’ın yanıbaşında çarpışan birkaç fedaiden birisi Hz. Zübeyr’di. Savaştan önce Peygamberimizle “ölüm” üzerine biat etmişti. İlk bozgundan sonra Peygamberimizin çevresinde kendisini kalkan yaparak bahadırlık gösteren, hayatlarını Re­sû­lul­lah’ın hayatına feda eden gözüpek sahabiler arasındaydı.
Hendek Savaşı’nda müşriklerin hücumlarını püskürten ve üstün gayret göste­ren Hz. Ali’nin yanında Hz. Zübeyr de bulunuyordu.
Kurayza Yahudilerinin Peygamberimizle yapılan anlaşmayı bozmalarından sonra Pey­gamberimiz, onların üzerine gidecek bir kumandan arıyordu. “Kim gidecek?” sualine hep Zübeyr cevap verdi. Peygamberimiz, Hz. Zübeyr’in gönüllü hizmete talip olmasından çok memnun oldu ve “Anam babam sana feda olsun, ey Zübeyr!” diyerek iltifatta bulunmuştu.
Sevgili Peygamberimiz (a.s.m.), dünyada iken cennet saadetiyle müjdeledi­ği saha­bi­ler arasında Zübeyr’i de zikretmiştir.
Cihat meydanlarında hep ön saflarda yer alan ve her seferinde bileğinin gücünü, kılıcının hakkını veren Hz. Zübeyr, Hayber’de karşısına çıkan, Yahudile­rin en gözde yiğitlerinden Yâsir’le mücadele ediyordu. Şiddetli bir çarpışma başladı. Annesi Safiyye de cephe gerisinde bulunuyordu. Sabırsızlanıyor, evlat şefkatiyle yerinde duramıyordu. Dayanamayarak Peygamberimize yak­laştı:
“Yâ Re­sû­lal­lah, oğlum şehit mi oldu, yoksa?!” diye sordu. Peygamberimiz:
“Hayır, inşaallah oğlun onu öldürecek!” cevabını verdi.
Bu cevaptan kısa bir zaman sonra da Hz. Zübeyr, hasmını yere serdi.
Mekke’nin Fethi’nde Hz. Zübeyr, Peygamberimizin sancaktarı idi. Mekke halkının bir kısmı toplanmış, İslam mücahitlerine tazimde bulunuyorlardı. Bu sırada Hz. Zübeyr ile Mikdad bin Esved, at üzerinde geldiler. Sevgili Peygam­berimiz elbisesinin ucuyla yüzlerindeki tozu sildi, onlara dönerek şöyle buyur­du:
“Ben ganimetten at için iki pay, süvari için de bir pay veriyorum. Bu miktarı kim azaltırsa, Allah da onu noksan kılsın!”
Huneyn Savaşı’nda Peygamberimizin etrafında kalan, onu yalnız bırakma­yan fedailer içinde Hz. Zübeyr de vardı. Boylu poslu, güçlü kuvvetli bir insan olan Hz. Zübeyr, müşrikleri birer birer savuşturuyordu. Düşman sürüsünü Pey­gamberimize yaklaştırma­mak için canını dişine almıştı.
Tâif Muhasarası’nda ve Tebük Seferi’nde de hazır bulunan Hz. Zübeyr, Veda Haccı’nda yine Peygamberimizin yanındaydı.
Hz. Zübeyr, Hz. Ömer devrinde fetih ordusuna tekrar katıldı. Yermük Sava­şı’nda İslam mücahitlerinin önünde çarpışan Hz. Zübeyr’in, zaferin elde edilme­sinde büyük hissesi vardı.
Mısır’ın fethiyle vazifelendirilen Hz. Amr bin Âs, Fustat Muhasarası sırasın­da Halife Hz. Ömer’den yardım istedi. Hz. Ömer de 4000 asker gönderdi. As­kerin başında Hz. Zübeyr’le birlikte üç sahabi daha vardı. Hz. Amr muhasara işini Hz. Zübeyr’e havale etti.
Hz. Zübeyr burada da askerî tecrübesini ve dehasını kullanarak kaleyi muha­sara etti. Atlıları ve piyadeleri uygun yerlere yerleştirdikten sonra mancınıklar kurarak kaleyi tehdit etti. Muhasara uzayınca başka bir taktik kullanarak kale­nin duvarlarına ipten merdivenler astı. Kale duvarlarına tırmanan mücahitler içeri girdi, kapı açıldı. Böylece kale içten fethedilmiş oldu.
Suriye ve Mısır topraklarının İslam beldesi hâline gelmesinde Hz. Zübeyr gi­bi müm­taz sahabilerin büyük payı vardır. Cihatla fethedilen bu ülkeler sonun­da birer İslam beldesi oldu.
Hz. Zübeyr celadet, şehamet ve cesareti, savaş meydanlarında gösterdiği üs­tün kahramanlığı ile beraber, son derece takva sahibi, merhametli, hakperest, ince ruhlu ve temiz huylu, seçkin bir şahsiyetti.
İnancı uğruna bütün varlığını feda edecek derecede fedakâr, azimli, kararla­rında hak­kı takip eden, mert bir zattı. Geçimini ticaretle sağlayan Hz. Zübeyr zengin sahabi­ler­­dendi. Bununla birlikte, son derece cömert ve eli açık, kerem sahibiydi. Birçok fakir Müs­lüman’ın geçimini üzerine almıştı. Onların her türlü ihtiyacını görürdü. Borç isteyenlere yardım eder, mücahitleri cihada hazırlar, teçhiz ederdi.
O kadar bol serveti ve malı olmasına rağmen son derece sade yaşar, mütevazi giyinirdi. Külfetsiz bir hayat geçirdi. Zaten bütün davranış ve yaşayışında Pey­gamberimizi örnek almıştı.
Müslümanlar arasında emanete riayetiyle meşhurdu. Sahabiler en kıymetli şeylerini Hz. Zübeyr’e emanet ederlerdi. Bu vasfından dolayı Hz. Ömer onu “dinin bir rüknü” ifadesiyle methediyordu.
Hz. Osman devrinde devlet işlerine karışmayıp sükûnet içinde yaşayan Hz. Zübeyr, Hz. Ali’nin halife olmasından sonra, Hz. Talha ile birlikte müracaat ederek, Hz. Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını istedi. Daha sonra meyda­na gelen Cemel Vakası’nda Hz. Âişe tarafında yer aldılar.
Her iki kuvvet bir çarpışma kastı olmadan birbirlerine yaklaşmışlardı. Bazı müfsit ve fitnecilerin karıştırmasıyla kılıçlar kalktı, Müslüman kanı dökül­dü.
Ertesi gün Hz. Ali ile Hz. Zübeyr yüz yüze geldiler. Hz. Ali niçin karşı çıktığı­nı sordu ve Peygamberimizin bir hadisini hatırlattı:
“Hatırlar mısın, bir gün Resûl-i Ekrem’le (a.s.m.) birlikte gidiyorduk. Sana rastladık. Resûl-i Ekrem sana, ‘Sen bir gün Ali’yle haksız yere savaşacaksın.’ de­mişti.”
Bu ikazı duyan Hz. Zübeyr hakperestlik gösterdi. Ve şöyle dedi:
“Evet, hatırladım. Bunu daha önce hatırlamış olsaydım, yerimden kımıldamazdım. Ye­­min ederim ki, ben seninle savaşmam!” diyerek oradan ayrıldı. Da­ha sonra Hz. Âişe’nin yanına gitti, savaştan vazgeçtiğini söyledi.
Hz. Zübeyr oradan ayrılırken peşine “Amr bin Cürmüz” adında bir adam düştü. Yanına yaklaştı. Bir-iki soru sormak istedi. Adam silahlıydı. Hz. Zübeyr bir ara namaza durdu. Bunu fırsat bilen Amr bin Cürmüz, Hz. Zübeyr tam secdeye va­rınca kılıcını çıkardı. Büyük sahabiyi şehit etti.
Hz. Zübeyr’in atını, kılıcını ve yüzüğünü alarak Hz. Ali’nin yanına gitti. Hz. Ali duru­mu öğrenince:
“Safiyye’nin oğlunu öldürene cehennemi müjdele!” de­di.
Hicret’in 36. senesinde şehit olan Hz. Zübeyr, 64 yaşında bulunuyordu.
Zübeyr bin Avvam Hazretleri, ahiretteki mükâfatını daha dünyadayken öğ­renmişti. Sevgili Peygamberimiz, “Talha ile Zübeyr, cennette benim komşularımdır.” müjdesiyle onu bahtiyarlar safına katmıştı.
Sahabeler Ansiklopedisi

Devamını Oku
Page 2 of 3
Top